Ahmet Tulgar: İnsanın isyankar fotoğrafı…

Yazarımız Ahmet Tulgar, ardında yüzlerce haber ve söyleşi, öykü ve romanlarını bırakıp geçen yıl aramızdan ayrıldı. O, gazeteciliği ve yazarlığı birbirinden ayrı düşünmedi. “Birini diğerine tercih etmedim, edemedim” diye de ölümünden birkaç ay önce yazdı.

“Otuz beş senedir yazarak yaşayan, hayattaki tek iddiası edebiyat ve gazetecilik, tek emeli de ölmeden birkaç kitap daha yazmak olan, köpeği ile evine çekilmiş, arada da dostlarıyla kısa görüşmeler yapan biriyim” diye anlatmıştı son söyleşilerinden birinde.

35 yıl yazarak yaşayan Ahmet Tulgar’ı biz de yazarlardan okumak istedik. Karin Karakaşlı, Onur Bütün, Pınar Öğünç, Şafak Baba Pala ve Nurhan Suerdem’in kaleminden Ahmet Tulgar…

KARİN KARAKAŞLI: ESKİMEZ, HEP YERLİ YERİNDE DURUR

“Parçalanmış zamanlarda yekpâre olanın kıymeti artar, özü sözü bir olan alabildiğine billurlaşır. Ahmet Tulgar’ın şahsiyeti ve edebiyatı işte böyle biricik. Eskimez, hep yerli yerine oturur.

Sosyalist mücadeleye, gazeteciliğe ve edebiyata vakfedilmiş ömründe her bir alanın hakkını sonuna kadar veren bu usta anlatıcı, insan hikâyelerini hakikatin ifşası olarak önümüze serer.

‘Dikkat öykü çarpabilir!’ uyarısı konmalıdır onun kitaplarına. Zira, bunlar elinizde çay kahveyle okunacak cinsten değil. Tekinsiz. Tıpkı hayatın kendisi gibi.

Aile sırlarını çözen çocuklar vardır bu dünyada. Eşitlik için çıkılan yolda dışlanmışlar. Kapitalizmin, heteronormatif düzenin, ataerkinin çarkında öğütülmeye çalışanlar. Üstelik bu köşeli kavramların hiçbiri yoktur öykü dilinde. Doğrudan insanına ses veren, onun kendi hikâyesini paylaşmasını sağlayan bir aracıdır Ahmet Tulgar. Kısacık, yalın cümleli ya da bazen sarmal upuzun paragraflı betimlemeleriyle su gibi bir anlatı tutturur. Yutkunamadığın metaforlarla çarpılmış kalakalırsın.

Yalnızlığın her katmanını, ta cücüğünü bilen bir ruh bizim yerimize yüklenir hakikat çarmıhını. Sevmelerin her türlüsünü kutsar şu yalan dünyada. Nice dillendirilmemiş eşcinsel aşka da ses vererek. ‘Hikâyelerindeki olayların geçtiği yerde’ bulunan ve ‘Türkiye’den Türkçeye sığınmış biri’ olarak bize yeni bir memleket olur. Yine, yeniden ona sığınırız.”

ONUR BÜTÜN: YAZARLIĞI VE İNSANLIĞI BAKIŞIMLIYDI

“Ahmet Tulgar’ı kaybedeli bir yıl oldu. O yazarak iyileşen, iyileştiren biri olmayı, kendini, toplumu değişip dönüştürmeyi hedefledi her zaman. Gazetecilik deneyimini bir araştırmacı çalışsa keşke ne iyi olur. Anaakım medyadan muhalif mecraların en zor koşullarına kadar kendini ve ilkelerini koruyabilen gazetecilerin piriydi. Yazarlığı ve insanlığı bakışımlıydı, neyi dert ettiyse onu yazdı. Politik, toplumsal gerçekçi üslubu olay ve olguları değerlendirme yeteneği eş zamanlı işlerdi Ahmet’in. Memleketin ve dünyanın haline kırılır, insanlara öfkelenir ardından gelen bir anda sakinleşir o çok sevdiği müzisyenleri, bestecileri dinler, hevesle bir film veya kitap önerir, köpeği Yoldaş’ın sıcaklığıyla sakinleşirdi. Ruhu ve aklıyla sevdi dünyayı, bizi, bizi biz yapan her şeyi… Bir entelektüel olarak mücadele etti gazetelerde, sokaklarda, partilerde, dergilerde… Öyle de anılacak. Ölümünün hemen ardından Adalar Belediye Başkanı Erdem Gül’ün desteğiyle ve Ahmet’in arkadaşları olarak onun adına bir kütüphane kurulması kararını belediye meclisinden çıkardık. Gezici kütüphane için otobüs temini ve organizasyonu devam ediyor. Umarım bu çalışmayı yakın zamanda okurlarla buluşturabiliriz. Her zaman yanımızda ve kalbimizdesin Ahmet!”

PINAR ÖĞÜNÇ: BAZI İNSANLAR UZAKTAN DEĞMEYİ BAŞARIR

“Ahmet’le gazetecilik hikâyemin başlarında 1998’de Artıhaber dergisinde tanıştık. Masası açık ofisin tam ortasındaydı, sandalyesinde bütün gün 360 derece döner, koca sesiyle her köşeye erişirdi. Kalemiyle, varlığıyla, entelektüel birikimiyle özgün biriydi ama o dönem sahnesinin farkında bir yıldız gazeteci gibi gelmişti bana, çok yakınlaştığımızı söyleyemem. Buna rağmen etkilemiştir, örneğin Thomas Bernhard’ı ilk ondan duymuş olabilirim.

2006’da 2’debir dergisine, konuşacağım kişinin seçtiği semtlerde gezerken bir taksinin arka koltuğunda kaydettiğimiz bir söyleşi dizisi yapıyordum. Anaakım medyadan bile isteye koptuğu zamanlardı, Birgün’ün önünden alıp çocukluğunun geçtiği Galata, Taksim civarında gezerek konuşmuştuk Ahmet’le. Onu gerçekten tanıdığım, ahbap olduğumuz köşe başı o söyleşidir. Sonraki kesişmelerimiz hep eylemlerden mahkeme önlerine uzanan duraklar.

Bazı insanlar uzaktan değmeyi başarır. Muhabirlik sevgisi, dobralığı; orta sınıf köklerini ve o ‘yıldız’ kariyerini politik tercihlerle bir yana itişi ama bir yandan mesela son parasını bir CD’ye, bir kitaba verebilmesi, yokluğun ortasındaki o inat, edebiyatı hayatın ortasına koyma biçimi, tüm bunlar değmiştir bana. Onu böyle erken kaybedince daha iyi anladım.”

ŞAFAK BABA PALA: İNSANIN İSYANKÂR FOTOĞRAFININ YANSIMASI VARDI YAZISINDA’

“Renkli simli kalemler… “Ben imzamı simli kalemlerle atarım, farklı renklerde. Hayatı böyle de renklendiriyorum.” Şakayla karışık söylenmiş bu cümleler ve mavi, pembe, yeşil simli kalemlerle adımıza imzalanmış kitaplar…

Sevgili Ahmet Tulgar’la İktidar temasıyla düzenlediğimiz Nilüfer Kütüphane Günleri’nde tanışmıştım. “Toplumsal Cinsiyet ve İktidar” hakkında konuşmuştu bizlerle. İktidarın gücünün en çok ortaya çıktığı yer olan insan bedenine dikkat çekmişti. En çok bedenler üzerinde iktidar kurulduğuna ama zihindeki özgürlüğü yok etmeye iktidarın gücünün yetmeyeceğine de değinmişti. Foucault’dan, anatomipolitika kavramından söz etmişti. “Hepimizin hareketleri düzgün geometrik bir biçimde. Erkekler, kadınlar farklı geometrik biçimlerde. Erkeklerde keskin hareketler kadınlarda daha dairesel. Sürekli olarak bir beden eğitimi dersinde gibiyiz. Hep belirli hareketler, hep disipline edilmiş bedenler. Ceket iliklemek, eğilmek… Oysa insanın en güzel halini isyan anlarındaki fotoğraflarda görürüz.”

Yukarıda yazdığım cümleler o akşam bize yaptığı konuşmadan izler taşıyan cümleler. Benim o geceden izlenimim; parlak, aydınlık bir zihindi sevgili Ahmet Tulgar’ın zihni. Onlarca kitap bıraktı bize. “Hikâye anlatırken mutsuzluklarımızı da beğenir, gurur duyarız. Gerçek mutluluk da budur zaten: hikâye anlatmak.” sözleriyle başlar Duygusal Anatomi kitabına. Kalemi simliydi ve bence insanın isyankâr fotoğrafının yansıması vardı yazısında. Ölüm haberini aldığımda keşke dedim daha çok söyleşseydik, yazdıklarını, öykülerini de konuşsaydık. Keşke ama olmadı.

NURHAN SUERDEM: RUHUNUN GÜZELLİĞİ KELEBEK ETKİSİ YARATIRDI İNSANDA

“Kitaplarını severek okuduğum, gazete yazılarını merakla takip ettiğim, arada sosyal medyadan veya whatsapp’tan yazıştığım Ahmet Tulgar’ı daha yakından tanımak için eylül ayında bir pazar günü Avrupa yakasından Anadolu yakasına telaşla geçip imza gününe gitmiştim. Moda Kitap’ın arka bahçe merdivenlerinden inerken, beni görünce yüzünde beliren gülümseme, ışıldayan bakışlarıyla karşılamıştı. Yan yana geldiğimizde sanki yıllar öncesinden tanışan iki dosttuk. Sohbetimize kahkahalarımız da yansımıştı. Tıpkı daha sonraki buluşmalarımızda olduğu gibi.

‘Çiçek Almak’ başlığıyla yazdığı yazısında “Başka bir şeye benzemez çiçek alışverişi…… Günün ve şehrin ortasında yumuşatıverir sert, olan her şeyi. Çiçek alıcısıyla çiçek satıcısı arasında güzellik üzerinden kurulan bu ilişkinin, çiçek tozları yayılır ortalığa. Kelebek etkisi yaparak, açar ruhlarını yakınından geçenlerin de” diyen Ahmet Tulgar’ın ruhunun güzelliği de aynı kelebek etkisi yaratırdı insanda. Özeldi o. Sevmemek mümkün değilmiş gibi gelirdi. ‘Çocuklar ve Canavarları’nda yazdığı gibi “düşmanlarını hep edebiyatta affettiğinden” olsa gerek kin, nefret, öfke onun duygularından arınmıştı belki de sadece içinde yaşardı.

Bir röportajında “otuz beş senedir yazarak yaşayan, hayattaki tek iddiası edebiyat ve gazetecilik, tek emeli de ölmeden birkaç kitap daha yazmak olan, köpeği ile evine çekilmiş, arada da dostlarıyla kısa görüşmeler yapan biriyim” diyerek tanımlamıştı kendisini. Thomas Bernhard, Roland Barthes, Bruce Springsteen hayranlığı, evinde, balkonunda gözü gibi baktığı çiçekleri de unutulmaz. Evet, o edebiyatçı, gazeteciydi ama her şeyden önce insan gibi insandı, entelektüeldi, mütevazıydı, şefkatliydi, hümanistti. Sayısı parmakla gösterilecek kadar az deriz ya, öyle insanlardan biriydi Ahmet Tulgar.

Bu ülkede düşünen fikir üreten, muhalif olan çoğu insan gibi onun da yolu hapisten geçmişti. Pek söz etmese de bu konudan ‘Trajik Nüans’ kitabındaki ‘Oyundan Sonra’ öyküsünde yazdıkları duygularının tercümesiydi belki de. “Bence her ülke, içinde yaşayanlar için bir ölüm cezasıdır. Potansiyellerini, umutlarını, diğerkâmlıklarını öldürür onların. İçlerindeki zenginliği, arzuyu tüketir, ufuklarını karartır. Bir ülkesi olmak hüküm giymiş olmak olarak algılanamaz mı bir yandan da? Vatandaş kimlik kartlarımız da birer mahkeme ilamı ya da suçumuzun ve cezamızın yaftası. Devlet için ülke, bir suç mahallinden ibarettir sadece.” Ülkemizin geçmişini, şimdisini ve büyük bir olasılıkla geleceğini de özetleyen bir cümledir bu.

Yine de sahip olduğu kimlik kartına rağmen vazgeçmedi. Yazma arzusuyla devam etti yaşama. Kitaplar, gazete yazılarını yazdı, röportajlar yaptı. Kendisinin de ifade ettiği gibi arzu üzerine çok düşündü. En son kitabı da “ Arzunun Serbest Dolaşımı” oldu. Kitap çıkmadan yazdığı bir yazıda “Bütün bir uygarlık, kurumların ve egemenlerin, topyekûn sınıflı sömürü toplumunun, insanın arzularına ket vurduğu, arzularını bastırdığı, arzularını bu düzenin işine geldiği gibi biçimlendirdiği disipliner, tahakkümcü bir durumdur. Uygarlık durumunda, iyi, güzel, faydalı ne yapılmışsa, ne ortaya çıkmışsa, bunlar, uygarlık düzeniyle mücadelede, uygarlık düzenine karşı, uygarlık düzenine rağmen olmuştur. Arzu toplumunda, insanlık kurumların neferi değil, arzularının serserisi olacaktır” demişti. Kitabında da bu baskıları, baskılanmaları bize hissettiriyordu satır aralarında, karakterlerin ifadelerinde. Arzuya ve başka konulara dair yazacakları belki daha bitmemişti, ama kaderin acelesi vardı, aramızdan alıverdi onu ve yazmayı istediği bir kaç kitabı.

O eylül günü tanıştığımızda onu geç bulduğumu, çabuk kaybedeceğimi bilmiyordum. Bana kalırsa daha çok yolumuz vardı paylaşacak, konuşacak. Giderken, hepimizin ölümü düşlerken seçtiğimiz şekilde güzel gitti ama çok erken gitti. Kabullenmek hâlâ zor. Kötü haberin ardından sevenlerinin, iş arkadaşlarının yazılarını görünce keşke daha çok tanıyabilseydim demiştim kendi kendime, onları biraz da kıskanarak. Dilerim bir yerlerde yolumuz yine kesişir, önce gülümser sonra sarılırız, sımsıkı.

Bu yazıyı yoğun duygularla yazdım ama bir türlü istediğim gibi kelimelere dökemedim. Kilit oldular hepsi. Onunla beraber yazmak kolayıma geldi. Yine onunla birlikte bitirmek istiyorum. Cüneyt Cansever’in ölümünün ardından yazdığı yazıda onu Pink Floyd’un ‘Wish you were here’ şarkısıyla uğurlamıştı

Ben de ondan esinlenerek,

Sevgili Ahmet Tulgar,

‘Ne çok isterdim burada olmanı’ diyorum.

Ne çok isterdik burada olmanı…

Yeri göğün huzuruyla ol, seni çok seviyoruz.”

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir